Ben 50 yaşının ortalarında biriyim. Anımsatacaklarımı benimle aynı yaşlarda olan arkadaşlarım hatırlayacaklardır. Belki yeni kuşaklara bunlar biraz masal gibi gelebilir ama bizim zamanımızda iyilikler yardımlar masal gibi zarif olurdu.
Kızılay’ı büyüklerimizin sohbetlerinde duyardık ama yeterince anlamazdık. Bizim için beyaz bir yüzeyde kırmızı hilal bir aydı. Anlamaya başladığımızda ilkokula başlamıştık. Kızılay haftası vardı. Kızılay Kolu vardı. Ve ben o kolda olanlardan biriydim. Kızılay kolunda olmanın ne kadar önemli, değerli, anlamlı olduğunu da orada öğrenmeye başlamıştık. Kızılay’ın kırmızı hilali de en az şanlı bayrağımızın ay yıldızı kadar özel ve güzeldi. Bize öyle gelirdi. Çünkü kırmızı hilali yardıma ihtiyacı olan her yerde görürdük. İlk Kızılay yetişir, yardım eder, çadırlarını kurar ve ilk sıcak çorbayı yine Kızılay verirdi. Yani her yere hızır gibi yetişirdi. Herkesi dayanağı, umudu, çaresi olurdu. Arkasında kendisine saygı duyan, seven, sahiplenen Türk Milleti vardı. Yardımlarını hiç düşünmeden, kuşkuya düşmeden, tereddüt etmeden Kızılay’a verirlerdi. Kan çağrısı olduğunda yetişir, yedek kan lazım olduğunda sıraya dizilirlerdi. Çünkü Kızılay asla yanlış yapmaz, hayal kırıklığı yaratmazdı. Kızılay devletin merhametinden doğmuş, vatandaşının varlığıyla var olmuş. Vatanın ve Milletin ta kendisiydi. Hiç kimsenindi ama aynı zamanda herkesindi. Şirket gibi yönetilmezdi. Gönüllü gibi yönetilirdi. Onlar tüm vatandaşların gözünde yardım melekleriydi. Kızıldereli çadırları gibi çadırları kalmış aklımızda. Ama her zaman her yerdelerdi. Topladıkları yardımların sahibi olmazlardı. Daha çok aracılık yapar yardıma ihtiyacı olanlara sessiz sedasız ulaştırırlardı. Asla yok, bitti kelimelerini duymazdık. Kızılay nasıl bir yapıdır, merkezi nerededir bilmezdik. Merak da etmezdik. Kimsenin bilmesi gerekmeyen bir yerde olduğunu bilirdik ve bu hepimize yeterdi. Başımıza bir felaket gelse Kızılay’ın yetişeceğinden emindik. Hani Amerikan filmlerindeki sanal kahramanlar kötü bir şey olduğunda hemen beliriverirler ya işte öyle. Ama Kızılay gerçekti. Bizim kahramanımızdı. Gerçekten başımıza bir dert gelse hemen yanı başımızda onlar olurdu. Çocukken hep onlardan biri olmayı hayal ederdik. Kızılaylı olmak özenilmeye değer bir çabaydı. Kızılay’a birileri bir şey söylese hemen siper olur, toz kondurmazdık. Çünkü o bizim gözbebeğimizdi.
Milletin imkanlarıyla bir araya getirdiği, kötü gün için biriktirdiği kaynakları felaket sırasında parayla satmak nedir!.. Biz Kızılay’ı hiç ticari bir işletme olarak hatırlamıyoruz. Hatırladıklarım arasında hiç böyle olaylar yok. Kızılay’ı kimler yönetir bilmezdik, bilmeye de ihtiyaç duymazdık. Belki bu nedenle çok az kişi bilirdi. Çünkü onlar bu işi en iyi yapan iyi insanlardı. Tanısak bile sadece saygı ve sevgimizi iletmek isterdik.
Yaşadığımız şu son deprem felaketi ile sadece kentlerimiz yerle bir olmadı Kızılay ile ilgili tüm güzel hatıralarımız, düşüncelerimiz de yerle bir oldu. En az depremin yarattığı yıkım kadar ruhumuzu yaraladı. O yere göğe sığdıramadığımız, gözümüzden sakındığımız, toz kondurmadığımız Kızılay’a en çok ihtiyacımız varken yoktu. Çünkü yardıma koşmak, yardım yetiştirmek yerine yardımın ticaretini yaptığını öğrendik. Hiçbir felaket inancımızda bundan daha büyük bir hasar yaratamazdı. İnsan kendisini ihanete uğramış gibi hissediyor.
Şairin de dediği gibi “Keşke olmasaydı sonumuz böyle.”
Umarım hatıralarımızdaki Kızılay’ın enkaza dönüşünü anlatabilmişimdir…
Saygılarımla.